Merhaba bugün sizlerle beraber ülkemizin Bergama kasabasında bulunan Pergamon antik kentine bir yolculuk yapacağız. Eminim hepiniz az veya çok bu kentti hakkında bir takım fikirlere sahipsiniz. Ama bir de benden dinleyin bakalım kafanızdaki eksik yerlere bir katkıda bulunabilecekmiyim.
Aslında bu yazı benim için kurgulanması ve yazılması zor bir yazı oldu çünkü eğer çok fazla tarih ve detaya girersem insanlar için sıkıcılaşabilirdi. Ancak hiç tarih konusuna değinmeyince de burada gördükleriniz anlamsızlaşacaktı bu nedenle orta karar bir yol izlemeye çalıştım. Umuyorum bunda başarılı olmuşumdur ve umuyorum beğenirsiniz.
Bu kentte oturan birisi olarak bu kendi yazmanın pek çok bakımdan zor bir şey olduğunu yaşayarak anladım. Evinizden uzak yerleri yazmak inanın daha kolaymış. Ancak size şunu garanti edebilirim bu yazıyı okuduğunuzda bu yer hakkında ve bu medeniyet hakkında öncesinden daha farklı bir fikre sahip olacaksınız ve sizi şaşırtacağını düşünüyorum. Haydi beraber Pergamon antik kentinin öyküsünün büyülü yolculuğuna görsellerle beraber çıkalım.
Kentin manzaraya çok hakim ve yüksekçe bir tepe üzerine kurulmuş olması daha uzaktan gelirken ve Bergama ilçesinin hemen her yerinde çok belirgin şekilde göze çarpmasına sebep oluyor. Eski zamanlarda denizin Bakırçay Ovası’nın da içlerine girmesi nedeniyle denizden gelen gemilerin karşısında adeta bir kale gibi yükselmekteymiş Pergamon.
Kimi yazılarda 6000 yıldır kimi yazılarda 5500 yıldır buralarda kesintisiz olarak yaşamın devam ettiği yazılı. Bu kategoride dünyada en fazla 150 tane örneği var. yani hayatın tarih boyunca kesintisiz olarak devam ettiği kültürlerin iç içe geçtiği ve birbirini etkilediği çok az örnekten birisi.
Şehir şimdi Akropolün bulunduğu dağın eteklerinde eski kentin bulunduğu yerde bir kale içerisinde Selinos Çayı’nın arkasında sırtını dağa dayamış ve güvenli bir pozisyonda kurulduğu biliniyor. Şimdiki adı ile ilgili iki rivayet var ama en kabul göreni Hitit dilindeki Perg (kale) amon (insanları) kelimelerinin birleşiminden oluşması gibi görünüyor.
Hani dedik ya şehirde tarihi katmanlar iç içe bu resimde sanki onu destekler tarzda eski ve yeni iç içe. Kentin Hitit, Lidya, Troya, İon, Pergamon, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye geçmişi var. Tarih burada çok katmanlı.
Kentin tarihinde üç tane çok ciddi dönüm noktası var. Bunlardan ilki Pergamon kenti burada büyük ve ihtişamlı bir şekilde kurulmadan önce yaşananlarla ilgili. Truva savaşında Greklerin kentin İon nüfusunu yerinden etmesi yerleşik kültürlü halkın daha güneyde kendisine güvenli yerler aramasına sebep olmuş. Bu bu durum Bakırçay havzasının daha gelişmesine öncülük etmiş. Ayrıca Truva kentinin şehircilik ve kültürel Zihinsel hafızası bu bölgeye nakledilmesine sebep olmuş.
İkinci dönüm noktası ise Büyük İskenderle ilgili. Pers imparatorluğu Balkanlar’da Makedon devletlerine saldırır ve orada bir takım fetihlerde bulunur. Bundan bir kuşak sonra babasının ani ölümü ki (bir takım rivayetlerde babasını kendi öldürdüğü söylenir) İskender iktidara gelir ve kısa sürede bir Makedon birliği sağlayarak Perslere savaş açar. Bundan sonrası hepinize malumu hiç durmadan tüm Anadolu, Suriye, İran, Afganistan, Mısır coğrafyalarını ele geçirir Hindistan‘a kadar gider savaşla geçen kısa bir ömrün sonundan ölür. Fakat oluşturduğu imparatorluk öylesine büyüktür ki yeryüzünde yaşayan insanların çok büyük bir çoğunluğu ve yeryüzünün maddi zenginliğinin %80’i büyük İskender’in imparatorluğu’nda toplanmıştır.
Büyük İskender öldüğü zaman neredeyse bilinen dünyanın çok büyük bir kısmını kaplayan büyük imparatorluğu dört komutanı arasında paylaşılmıştı. Genelde hep ola geldiği gibi komutanlar arasında bazı savaşlar çıktı ve bölge Lysimakhos adlı komutanın idaresine girdi. Fakat diğer komutanlarla Yaklaşan savaşta Lysimakhos 9000 talent’lik mirasını koruması için Pergamon’u yöneten Philetaitos’a parasını emanet ederek savaşa gitti. Ancak savaşta kendi ve tüm ordusu öldüğü için bu paranın bir mirasçısı kalmamış oldu. Bu paranın miktarı konusunda değişik yazılar okusam da yapılmış olan iki tane tez çalışması ve araştırmaya atıfta bulunarak günümüz miktarları ile karşılaştırdığımızda 100 milyar $’ın üstünde olduğunu söyleyebilirim. Şöyle düşünün bilinen dünyanın çok büyük bir çoğunluğuna hakim son derece zengin bir imparatorluğun ana mirasının dörtte biri. Philetairos böyle bir mirasa konduktan sonra bu devasa mirası şehrini geliştirmek ve hatta yeni bir şehir inşa etmek için harcamaya karar verir.
Böylelikle yukarı resimde canlandırması gördüğünüz yukarı Akropolis ve Pergamno kenti inşa edilmeye başlanır. Bu resimde gördüğünüz canlandırma son geldiği noktayı içerdiği için 160 yıllık Bergama imparatorlugu’nun sonunda geldiği nokta olduğunu belirtmem gerekir. Philaterios'a miras kaldığı sırada resimde gördüğünüz akrapol alanında yerleşim yokmuş. Tüm bu görkemli kent Pergamon devleti ve devamında Roma döneminde oluşturulmuş.
Attalos hanedanlığında ikisi yönetici sıfatı ile ve diğer dördü imparator sıfatı ile toplam altı idareci olmuş. Kent giderek zenginleşen ve sürekli büyüyen İon bölgesi Helen uygarlığının çekim merkezi haline gelir. Bu süreç 250 yıl kadar sürer. Kentin üçüncü dönüm noktası ise Roma cumhuriyetine katılması ile olur. Kentin eşsiz görkemi Roma cumhuriyetine katılınca biraz duraklar. Ancak sonrasında 100 yıl kadar sonra Roma imparatorluk olup yükselme dönemine girince kentin görkemi daha da artar.
Umarım sizi çok sıkmadan kısa yoldan kent tarihi ile ilgili giriş yapabilmişimdir. Bundan sonra sizin gezimiz içerisinde güzergah üzerinde anlatarak devam edeceğim böylelikle hem göreceklerinizi belli bir sıra içersinde görüp hem tarihsel olayları bağlamları içerisinde daha net anlayabileceğinizi düşünüyorum. Bu Pergamon‘nun en iyi anlatım tarzı mı bilmiyorum ancak sizin için anlaşılır ve akıcı olur diye düşünüyorum.
Şimdi anlatıma başlamadan önce bir nokta aydınlatmamız lazım. Kent üç kısımdan oluşuyor yukarı şehir Akropolis, ikincisi Orta şehir ben bu yazımla size bunu da içinde anlatacağım. Bir de aşağı şehir var ki aşağı şehir şu anda tamamiyle Bergama’nın içine karışmış durumda yer yer belirli ve yer yer belirsiz şekilde kentin dokusu içerisinde bulunuyor. Asklepion ve Kızıl Avlu'yu da içeren tüm kalıntılar toplamaya çalışan ikinci bir aşağı şehir yazısı da hazırlayacağım.
Teleferikle veya arabayla yukarıya çıkabilirsiniz teleferikle çıkarsınız ve teleferikle aşağı inerseniz o zaman sadece yukarı kenti gezebilirsiniz ben bunu önermem size önerim teleferikle çıkıp yürüyerek inmeniz olur ama yaklaşık üç saatlik bir yolculuk olacağından unutmamanız gerekir.
Teleferikten indiğinizde ilk önce sizi çok güzel bir Bergama manzarası karşılayacak, müze alanına giriş yaptıktan sonra ilk gördüğünüz kalıntılar Pergamon Helen devletinin sonuna doğru imparatorların yüceltilerek tanrılaştırılması ve onlar adına tapınaklar yapılması sonucunda yapılmış binaların kalıntıları. Yani Attalos hanedan kral/ tanrı tapınakları.
Hemen kentin ana kapısından girdikten sonra yol ikiye ayrılır öncelikle sağdaki yoldan devam ederseniz yukarıdaki resimde sağınızda göreceğiniz yıkıntı alanlarla karşılaşırsınız. Bunlar hanedan ve ailesinin evleri. Bundan 2200 yıl öncesinden bahsettiğimiz için çok aşırı görkemli ve büyük bulmaya bilirsiniz. Ancak buradaki her taşın buraya dışardan getirildiği ve dağın tepesine kadar taşındığını düşünürseniz ne kadar büyük bir emek ve zorluk olduğunu fark edersiniz. Belirtmemiş olabilirim ama kent 310 metre yükseklikte bir tepenin üstüne inşa edilmiş sularla çevrilmiş son derece korunaklı bir alan. Ancak yine belirtmem gerekir ki Yukarıki kent devlet erkanına, hanedan ve ailesine ve bazı din adamlarına evsahipliği yapıyor. Yani öyle halkın çok fazla girip çıktığı bir yer değil. Gördüğünüz gibi 2200 yılda dünyada fazla değişen bir şey yok. Zengin ve güçlü olan kendi cennetini yaratıp kapıları kapatıyor.
Tekrar bir önceki resmi koyarak aşağı yukarı kentin son halinde nerelerde bulunduğumuzu anlamanız istiyorum. bu size içinde bulunduğunuz yapıları daha iyi anlamlandırmayı sağlayacaktır. Buradan böyle düz devam ederken sol tarafınızda sizi cezbedecek bir çok yapı göreceksiniz şimdilik oralara girmeden düz üst kenardan devam edin Trajan tapınağın üstünden geçerek resimde sol üst köşede varcağınız Arsenal denilen alana geleceksiniz ki buradan az sonra bahsedeceğim.
Arsenal bölgesinin girişinde kentin arka tarafında Kestel barajını yukardan gören çok güzel bir manzara terası var burayı kaçırmamanızı öneririm. Su her zaman böyle bulanık değil ben çıktığımda yeni yağmur yağmıştı o yüzden kahve rengi görünüyor.
Kentin surları bu noktada hâlâ net bir şekilde bütün ihtişamıyla ayakta. Kent zaten öyle büyük bir tepenin üstüne kurulmuş ki o tepeyi sağ salim yukarıya çıktıktan sonra bu surları aşıp kente girmeniz neredeyse imkansız gibi bir şey.
İşte şimdi geldik önemli buluşlardan bir tanesine. Bu bölüm az önce bahsettiğim Arsenal olarak adlandırılan depo bölümü. Ahşap metal ve taş işçiliği ile kendin ihtiyacı olan yiyecek silah mühimmat ve suyun depolandığı stratejik bir depolama alanı. Bu konuda yapılmış bir tez çalışmasında bu depolama mekanizmasının bir kez de nasıl kullanıldığını üstten nasıl doldurulup aşağıdan nasıl alındığını sıvıların borularla nasıl kente dağıtıldığını şaşkınlık içerisinde inceledim. İnanın çağının ötesinde pratik kullanım imkanı sağlayan büyük bir buluş. Kentin bir kuşatmaya iki yıl dayanabilecek depoları olduğu tamin ediliyor. Ayrıca kentin ez az kazılan bölümü burası, daha pek çok kısmı toprak altında.
Sıvılar demişken kendin 310 rakımlı bir tepenin üstünde olması buna karşın kentin her tarafında akan çeşmelerin olduğunun bilinmesi son derece şaşırtıcı. Ancak bu konuya dahiyane bir çözüm bulmuşlar arkadaki kozak yaylası na doğru olan bölümde yüksek rakımlı bir dağın üstüne devasa bir havuz yaparak su depolamışlar. Kapalı boru sistemi ile bileşik kaplar prensibi kullanılarak suyun kente kadar pasif bir şekilde çıkması sağlanmış. Bu sayede en üstünde en altına kadar kentin her yerinde akan çeşmeler varmış ve su bakımından hiçbir zorluk yokmuş. Bu borulari taşıyan kemerlerin bir kısmı hala kozak yolu boyunca dağlık alanda yer yer görülebiliyor.
Tekrar en uçtan geriye doğru dönecek olursak Trojan tapınağının bulunduğu alana geliriz. Bu alanla ilgili anlatacaklarımdan önce kenti gözlemlerken dikkat etmeniz gereken bir detay var. Resimde bazı Taşlar görüyorsunuz ve bunların bir kısmı koyu gri bu Taşlar andezit ve bunlar kentin Helen zamanından kalma. Beyaz olanlar ise mermer bunlar kentin Roma zamanından ki buna az ileride deneyeceğim. Yani bu resimde kentin Milat’tan önce iki yüzlerdeki Pergamon devleti kısmı ve Milat civarındaki ve sonrasındaki Roma eyaleti kısmı iç içe geçmiş durumda.
Pergamon devletini altı imparator idare ettikten sonra sonuncu imparatorun kendisini öldüreceğiden kuşkulandığı için tüm ailesini öldürtmesi nedeniyle bir varisi yoktu. Bundan önceki 50 yıl boyunca Anadolu’daki birkaç savaşta Roma Cumhuriyeti ile (buraya dikkat çekiyorum imparatorluk değil, imparatorluk daha sonra kuruluyor o tarihlerde Roma bir cumhuriyet) müttefik olmalarından dolayı çok yakın ilişkileri vardı. Bu son imparator 3. Attalos kenti Roma Cumhuriyeti’ne miras bıraktı ve bu miras ölümünden sonra açıklandı. Yani kent halkı bir anda kendisini bir imparatorluğun başkentinden bir cumhuriyetin eyaletinde yaşarken buldu. Arada oldukça sancılı dönemler olsa da Roma imparatorluk olup güçlendik sonra özellikle Hadrianus zamanında kendisinin buraya gelip belli bir süre burada yaşamasından da güç alarak kente çok büyük yatırımlar yapıldı. İşte bu Trajan Tapınağı'da kendisinden önce imparator olan ve tanrısallığa yüceltilmiş olan kişi için yapılmış bir imparator kral Tapınağı. bu fikir size çok tuhaf geliyor olabilir ancak düşünürseniz her toplum kendi saygı duyduğu ölülerini değişik şekillerde yüceltir zamanında da bunun yolu böyleymiş.
Anıt mezar yaptırma işini biraz daha ileriye götürmüşler diyelim. Ancak Troianus (ya da Trajan) antonin denilen biri birinin soy ardılı olmayan imparatorlarının ilki ve çok kudretli bir kişilik. Kendisinden önce gelen imparator tarafından üstün meziyetleri nedeniyle imparator halefi seçilmiş bir kişi yani imparatorun oğlu değil. Meşhur Gladyatör filminde bu olaydan esinlenilmiş. Ancak film akışı tarih akışına uygun olmamış. Trajan tahta geçer Roma en geniş topraklarına ulaşır. Ganimetlerin, kölelerin ve zenginliğin sınırı yoktur. uzuuun bir süre tahtta kalır ve kendisinin soy ardılı olmayan Hadrianus'u halefi ilan eder ve yönetimden çekilir. Bugün bizim koltuklarını bırakmak istemiyen yöneticilerimizle ne kadar tezat değil mi?
Tekrar günümüze ve Trajan tapınak alanına dönelim. Yazı içerisinde değinmeye devam edeceğim ama toplumda da bir kafa karışıklığı var Alman arkeologlarının buradaki her şeyi çalıp götürdüğü ile ilişkili. Ben bu konuda yeteri kadar bilgilendiğimi düşünerek karşı tarafta yer alıyorum evet buradan Osmanlı Devleti’nin izniyle bir takım eserler götürülmüş fakat kentin tüm kazıları Alman arkeoloji derneği tarafından yapılmış ve finansmanlı onlar karşılamış burada gördüğünüz tüm yapılar toprağın altından çıkarılıp ayağa kaldırılması bu çalışmaların neticesinde olmuş. Bu yazdıklarımdan bunu desteklediğimi düşünmenizi istemem ben her ulusun toprağında bulunan tarihi değerlerin o toprakta kalması gerektiğini savunurum fakat o zamanki Osmanlı Devleti’nin bakış açısı böyle tarihi eserlere değer vermek yönünde olmadığı için netice olarak olaylar böyle sonuçlanmış.
Resmi geçmeden önce daha dikkatli bir daha bakmanızı istiyorum arkadaki duvar aslında tapınak daha ihtişamlı görünsün diye yapılmış üzerine sütunlar yerleştirilmiş hakikaten de çok ihtişamlı ve azametli bir tapınak ortaya çıkarılmış.
Roma imparatorluğu zamanına gelindiğinde imparatorluk yöneticileri yukarı kente birkaç eser bırakmak istemişler burada bir bunların yapılabileceği alan yokmuş. İşte işin büyüsü burada başlıyor Roma imparatorluğu dahi mühendisleri çok eğimli olan araziye yukarıda gördüğünüz tozlar sistemini oluşturarak üzerinde Tapınağı yapılabileceği büyük bir düzlük oluşturmuşlar. Bu işin bugün bile bude ne kadar zor olduğuna her gördüğümde hayret etmiyorum desem yalan olur.
Tapınak restorasyonu sırasında genelde çalışmaların yapının ön tarafına değil arka tarafına doğru olması ön taraftaki taşıyıcı tonoz sisteminin kısmen hasarlanmış olmasınedeniyleymiş. Beton bir dolgu yapımadan tapınağın kalanını yükseltmek mümkün bulunmamış. Doğal dokuyu bozmamak için de bu tür yıkık tapınal görüntüsü kalmış.
Arka cephede düzenlenmiş sütunlar ve oluşturulmuş avlu hakikaten çok güzel görünüyor hani biraz iddialı olacak ama sanıyorum bu tapınakın tamamı ayağa kaldırılabilirse dünyada eşi benzeri olmayan bir görsel güzellik kazanabilir.
Duvarın üstündeki sütunların arkasında da bir yol üzerinde ayrıca bir platform daha oluşturulmuş böylelikle insanların toplanbileceği aşağıda gösteri olduğunda üstten buna eşlik edebilecekleri ikinci bir meydana elde edilmiş. Yapanları tebrik ettiğim gibi restore eden alman ve Türk arkeologları çalışan tüm işçileri tebrik ediyorum hakikaten çok etkileyici bir görselliği olan bir alan.
Burada biraz arkeoloji ilgimden dolayı bir açıklama yapmak istiyorum. Bu topraktan olduğu gibi kazılıp çıkarılan bir yapı değil. Tüm yıkık parçaları numaralandırıp tarihsel bağlamı içerisinde projelendirip yenbiden lego gibi bir araya getiriyorsunuz. Oldukça kas ve beyin gücü ve oldukça maliyet gerektiren bir iş yani.
Tonoz sisteminin büyüklüğünü ve üzerinde oluşturulan alanın etkileyiciğini daha iyi yansıtabilmesi için bu resmi koydum bu resimde gördüğünüz tüm üretilmiş alan aslında meyilden altına tozlar yerleştirilerek elde edilmiş bir şehir alanı.
Bu da belki bu yazı içerisinde 6-7 kez ismini tekrar ettiğim tonozlar. Bu kemerlerden oluşan taşıyıcı sistemin yüzlercesi ile devasa alan oluşturulmuş. Bu taşların 2000 yılda hala ayakta olması bir yana, taşınması, inşasının zorluklarını düşünmek bile kafa karıştırıcı.
Kafanızda daha iyi bir sonuç oluşturabilmesi için yapının eski halinin canlandırılmış temsili resmini koyuyorum buraya böylelikle alanda gördüğünüz objeler daha da anlam kazanacaktır. Son cümle on numara beş yıldız dünyanın eşsiz eserlerinden birisi bu yapı. Bunu hem görsel güzelliği, hem alana konumlandırılmasındaki zorlukların aşılması, hem de denizden bile görünen devasa bir tepenin üzerinde gerçekleştirilmiş olması neticesinde söylüyorum. İddia ediyorum bu tapınak ayağa kaldırılırsa Türkiye her yıl milyarlarca dolar turist kredisi kazanır sadece burada.
Bu alandan daha ileriye doğru giderken hep yanından geçerken düşündüğüm bir ağaç var bunun resmini koymak istedim size. Ve bu ağacın yanından da pek çok tez geçtim. Bu ağacın kökleri bana antik Pergamon‘u gövde ise bugünkü Bergama‘yı çağrıştırıyor. Kökleri geçmişten gelen ve bugüne yaprak açan bir gibi.
Bu noktada biraz daha açıklama yapmak istiyorum ben burada yaşadığım için kentte pek çok kez geldim ve değişik zamanlarda fotoğrafladım. Bu nedenle bazı resimlerde değişik hava durumlarında çekilmiş fotoğraflar görebilirsiniz. Anlatım için uygun olacağını düşündüğüm resimleri seçtim.
Evet sırada Pergamon Kütüphanesi var. Kentin yükselme devrinde imparatorların dünyadaki kitapları toplama hevesiyle dünyanın ikinci büyük kütüphanesi bu kentte var olmuş. 160.000 kitap olduğu söyleniyor. Ancak bu devirde kitaplar papirüs denen kağıtlara yazılıp rulo halinde saklanırmış. Dünyanın en büyük kütüphanesi İskenderiye de olması nedeniyle Mısırlılar Bergama kütüphanesinin kendilerini geçmesinden endişe ederek papirüs ihracatını yasaklamışlar.
İmparatorun emriyle papirüs un yerine geçecek yeni bir ürün üretilmesi için çalışmalara başlanmış sonunda koyun ve oğlak derilerinden üretilen Parşömen (Pergamon paper) icat edilmiş. Bu sayede Codex yani cilt halinde saklama da mümkün olduğu için pratik anlamda "dünyanın ilk kitabı burada üretilmiş diyebiliriz." Bu ciddi bir saklama kolaylığı ve aranılan eseri bulma kolaylığı sağlamış.
Resimde gördüğünüz sütunlu alan Athena tapınapının kıyısı bunun ikinci katı da kütüphaneye dahilmiş. Yani iç içe geçmiş yapılar durumu var. Peki sonra bu kitaplara ne olmuş derseniz burası biraz trajik. Roma cumhuriyeti sonuna yaklaştığında Marcus Antanius buradaki tüm kitapları Mısır kraliçesi Kleopatra‘ya düğün hediyesi olarak göndermiş ve İskenderiye kütüphanesine gitmişler. Yani Bergama’nın bilim mirası bizim modern zamanlardaki ifademizle "düğün bohçası" olmuş. Trajik değil mi?
Üzerindeki kütüphanenin tekrar yapılması zor olsa da bu sütunların ayağa kaldırılması ve sütunlu Athena tapınak alanının tekrar canlandırılması çok görkemli olur doğrusu. Ülkemizde pek çok mega projeye devasa paralar ayrılırken buranın da bir mega proje olarak görülüp buraya yeterli finansman sağlanırsa ülkemizin altın yumurtlayan tavugu olacağını garanti edebilirim.
Şimdi kitapların yerine fıstık camları boy vermeye başlamış kütüphanenin yerinde belki bu yazıyı bir Bergama belediyesinden veya kaymakamlığı’ndan birileri okur da sesime kulak verir. Buraya camemekandan da olsa sembolik de olsa bir kütüphane yapılması gelen insanların burada tekrar kitapla buluşturulması çok etkileyici olur sanırım. Düşünsenize burası Anadolu topraklarının en büyük kütüphanesi. Kütüphane olan kütüphane kalmalı bence.
Burası da Athena Kutsal Alanı, sadece bir tapınak gibi düşünmeyin burası kentin ana meyzadı ve buluşma alanı aynı zamanda. Sütunlarla çevrilmiş duvarla yükseltilmiş çok büyük bir meydan ortasında bir tapınak ve bir kutsal su kuyusu bulunuyor. Bu noktada durup biraz konuyu uzatmak gerekiyor. Athena bu kentin koruyucu tanrısı bunun sebebi ise Troya Savaşı. Bu savaşta saldıran Grekler ilk olarak Troya'daki Athena Tapınağına saldırıp burayı tarip etmişler. Kenti ele geçirmişler fakat 20 yıl içerisinde başlarına bir çok felaket gelmiş ve saldıran tüm imparatorlar ölmüş ülkeleri de dağılmış. Bu durum buradan güneye göç eden Troia halkını ve bölgede yaşayan insanları çok etkilemiş ve bölgede Athena’nın gücü çok artmış. Yeni kurdukları bu kente Athena‘yı baştanrı olarak seçmelerini sebebi yakın bir geçmişte Athena ile uğraşanın başının çok derin biçimde belaya girmiş olması şeklinde özetlenebilir.
Buradaki kutsal su kuyusu suyundan içeni "kentin bir üyesi" yaparmış. Daha önce bahsettiğim kente borularla yukardan getirilen su değil bu. Tamamen yağmurdan bu topraklara yağan suların sarnıçlarda toplanması ile elde edilirmiş. Bu kutsal su olayı size basit gelmesin, bugün tüm dinlerde İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik ve Budizm hepsinde tapınaklarda bir kutsal su vardır. Bu suyun insanlık tarihindeki öneminden mi kaynaklanır yoksa mitolojik olarak suyun Tanrısal bir arayüz olduğunu düşünüyoruz bunu hala düşünmekteyim.
Kütüphane, Athena tapınağı, ve Athena kutsal alanını kapsayan bölgenin bir canlandırma fotoğrafında koyarak kafanızda daha iyi bir biçim oluşturmasını sağlamayı umuyorum. Biraz tekrara düşecek ama buraların yeniden ayağa kaldırılması lazım.
Athena kutsal olanın içerisinden dar bir geçitten dünyanın en dik amfitiyatrosu olan Pergamon Amfitiyatrosu'na çıkıyorsunuz. Helenistik devirde henüz Romlar gibi Tonoz sistemlerine çok sahip olmadıkları için dağın doğal eğiminden yararlanarak (%60) dünyanın en dik tiyatrosunu yapmışlar. Bu daracık girişten girerken kalabalıkların buradan nasıl girip çıktığını düşünebilirsiniz. Ancak böyle düşünmeyin çünkü yukarı kentten sadece hanedan, devlet Erkânı ve din adamları gelir halk aşağı kapıdan girermiş.
Hani yamaç paraşütü yapılabilecek kadar dik bir türbinde oturduğunuzu söylemem lazım. Ben çok kez kenti gezdiğim için şimdi ustası oldum ilk gezilerde inip tekrar yukarı çıkıyordum ki bunu hiç tavsiye etmem insanın nefesi kesilecek gibi oluyor. İndikten sonra sağdaki Dionisos tapını gezip onun karşısındaki bölümden ileriye doğru devam edebilirsiniz. Bu sizin akciğerleriniz ve kalbiniz için daha iyi olacaktır.
Kentlilerin manzara izleyebilmeleri ve arkasındaki "Tapınağın görkeminin" bozulmaması için sahnenin portatif olduğu sökülüp takıldığı gösteri bittikten sonra kaldırıldığı yazılmış bazı yerlerde. Bu yerdeki deliklerinde sökülüp takılma yerleri olduğu yazılmış. Ancak bazı yazılarda da bunun böyle olmadığı burada sabit bir sahne olduğu ancak DianisosTapınağını kapatmayacak kadar alçak bir sahne olduğu yazılmış. Kalıcı veya sabit şu an sahneden ve tapınaktan pekte bir şey kalmamış geriye. Bunun sebebi ise kente en büyük zararı veren Bizans İmparatorluğu. Çünkü Bizanslı yöneticiler Hristiyanlığı kabul ettikten sonra bu görkemli pagan tapınaklarını ayakta bırakarak insanların tekrar pagan dinine dönmelerini istememişler. Bunu engellemek için de ortada ibadet edilebilecek bir şey bırakmamaya çalışmışlar.
Amfitiyatronun sahne bölümünün hemen sağında Dionisos Tapınağı bulunuyor. Bu tanrı şarap eğlence ve entrika tanrısı kabul ediliyor. Ancak bölgedeki halklar tarafından en çok sevilen tanrılardan bir tanesi. Tahmin edebileceğiniz gibi hayatın zorlukları ve acıları içerisinde insanları eğlendiren aktivitelere sahip bu tanrının insanları cezbmesi şaşırtıcı olmazdı değil mi? Bu resimde gördüğünüz Alın taşı tapınağın girişinin hemen üstünde bulunan taş. Aslında küçük bir tapınak olmasına karşı sütunların büyüklüğü konumu ve ortamının mistik havası nedeniyle kentte beni etkileyen yerlerden birisi burası. Belki bir devlet erkanı olur da bu yazıyı okur diye yine yazmış olayım buraların ayağa kaldırılması lazım. Sanırım kimse şimdi buradaki Pagan tapınaklarına bakarak Pagan dinine geçmez. ancak ülkemiz çok büyük bir tarihi miras kazanır ve akıl almaz büyüklükte turizm geliri sağlayabilir.
Önündeki küçük merdivenlerden çıkılan devasa sütunlarla karşılanan küçük butik bir yapı burası tek odalı içeride bir sunak masası ve bir heykel alanı bulunan minik bir yer.
Hani sahne portatif miydi değil miydi bilmiyorum ama sahneyi hemen yandan gören çok güzel manzaralı etkileyici bir yer. Merdivenlerinde her gelişinde biraz vakit geçiririm hem kuytu olması bakımından rüzgârdan da korunlabilen bir yer. Bu parantez de burada açmış olayım bilmeyenler için Bergama çok rüzgârlı bir yerdir özellikle serin bir mevsimde geliyorsanız çok rüzgâr yüzünden üşüyebilirsiniz hazırlıklı gelin.
Tiyatroya gelen misafirlerin izlediği yoldan yürüyerek tiyatrodan çıkarken geriye dönüp baktığınızda trojan tapınağının kalıntılarını ve kentin devasa duvarlarının dikliğini şaşırarak izliyorsunuz.
Eğer benim gezi rotamı izlerseniz atlayıp gitmemeniz için resimde gördüğünüz iki tane çam fıstığı olan yukardaki platforma geri yürümeniz gerekir. Burası Athena tapınağının altında kalan Zeus Sunağı’nın olduğu alan. Burayı atlamayın lütfen.
Bir alternatif olarak da şehri gezmeye başlamadan önce teleferikten çıktıktan sonra sola doğru yürüyerek önce burayı gezip sonra şehri gezebilirsiniz böylelikle tekrar yukarı çıkmanız gerekmez.
Bergama Sunağı olarkta bilirnen Zeus Altarı eskiden resimde gördüğünüz temeller üzerinde yükseliyormuş. Bu yapı şu an Berlin'de Pergamon Müzesi’nde Pergamonluların kazandıkları bir zafer sonrası tanrıları yüceltmek adına baş tanrı Zeus için bir sunak yapma fikri ortaya çıkmış.
Kentliler tapınak duvarlarında mitolojide tanrıların yeraltında yaşayan devlerle savaşını canlandırarak kendi yaptıkları savaşı buna benzetmeye çalışılmışlar kabartmalarda. Bu resimde gördüğünüz yapı sadece ön yüzü arka yüzü ve Sunak odası günümüze kadar ulaşmamış. Ancak Sunak odasında hiç sönmeyen bir ateş ve sürekli bir ibadet halini olduğu yazılar gelmiş. Ne de olsa Helen devrinin baş tanrısının tapınağı burası.
Ben Berlin'de burayı ziyaret ettim gerçekten görkemli ancak şimdi tekrar gidip ziyaret etmek isteği duyuyorum. Çünkü bütün Pergamon kentinin tarihini anladıktan sonra burası benim için artık daha başka bir anlam ifade ediyor.
Bir aşama daha ilerlemeden önce biraz tekrara düşecek ama maalesef bu görkemli Tapınağı bu taşların üzerinde durmamasının sebebinin bizim yöneticilerimizin ve halkımızın bizden önce yaşamış insanların tarihlerine çok fazla saygı duymamız ve umursamamız neticesinde olduğunu belirtmem gerekir. Bu işte Alman arkeologların bir kusuru var mıdır yok mudur buna tam emin değilim ancak buradaki sütunların ve taşların büyüklüğünü görünce bunların gizli saklı kimseden habersiz bir şekilde kaçırılması götürülmesi gerçekten mümkün değil. Eğer başka türlü düşünüyorsanız buraları çok görmüş birisi olarak hemen fikrinizi değiştirmenizi öneririm o kadar ağır ve büyük Taşlar ki bunlar öyle valizimizin içine atıp çıkarabileceğiniz cinsten şeyler değil yani devlet bu durumdan haberdarmış fakat umursamamış maalesef.
İşte bu da size görkemli ve ihtişamlı Zeus Sunağı’nın bir canlandırılması. Sunak odasında sürekli yanan ateşin ve avlusundaki kalabalıkların her daim orada olduğu yazılı gelmiş. Resimde bir üst basamaktaki Athena tapınağı ve kütüphane alanı ve onun üstündeki Trojan Tapınağı ve alanın birbirinin üstünde basamak basamak tanımlanmasını gözden kaçırmamanızı istiyorum.
Bu resme bakınca kentin ne kadar görkemli olduğunu, ne kadar estetik bir mimari ile yapılmış olduğunu hayretle fark ediyorum. Bu topraklarda yaşamış insanların bu kadar gelişmiş bir mimari zevkleri varken bizim binalarımıza bakıyorum ve mimari zevksizliğimize bakıyorum o kültürden buraya nasıl geldigimizi inanın hala anlayamıyorum.
Temellerin yönüne bakınca tapınağı kente ve denize doğru olduğu çok net belli oluyor. O kadar görkemli ve heybetli görünüyormuş ki adeta kentin sembolü kabul ediliyormuş. İsa peygamberin havarilerinden birisi yazdığı mektupta tapınağın bir Tahtı andıran görüntüsü nedeniyle bu tapınaktan "Şeytanın Tahtı" diye bahsettiği kayıtlara geçmiş. Tabi o bu yazıyı yazdığında bir dini öğreti ve tek tanrılı bir din bakışıyla pagan bir tanrıya ithafen edilmiş bir tapınak için eleştiri getirmiş. Ancak ben bugünün dünyasından baktığımda onunla aynı pencereden bakmıyorum. İnsanlık tarihi 150.000 yıldır birbirinin üzerine eklenen kültür halkaları şeklinde devam ediyor. İklimler değişiyor, insanlar değişiyor, kültürler değişiyor inançlar değişiyor ancak tüm bu değişime karşı yekünde "insanlığın toplam kültürel birikimi" kalıyor. Bugün bizi biz olarak tanımlayan değerler bizden önceki insanların bizim için biriktirdiği değerlerin toplamından oluşuyor. O yüzden bir zamanlar değer bulmuş bir inanç bugün artık inananı olmasa da saygıyı hak etmektedir. Yüz yıllar boyunca insanlar biri birinin inaçlarını şeytanlaştıran düşünceler yüzünden acı çekmişler. Herkes kendi doğrusunu başkasına dayatmış.
Bu mezarda kent alanı içerisinde sonradan gömülmesine izin verilmiş tek kişi kenti bulan ilk kazları başlatan alman arkeolog Carl Human'ın mezarı.
Kendisi burayı çok sevdiği için ebediyen burada kalmak istemiş Osmanlı devleti de buna izin vermiş 1896 yılında buraya özel izinle onun için kentin yapıldığı andezit taşından bir mezar yapılmış.
Buradan aşağıya doğru devam ettiğinizde antik yol sizi karşılar. Bu noktada kaybolurum bulamam diye düşünmeyin tabelalandırma gayet iyi. Bu yolun adı Via Tecta kentin Asklepona kadar giden ana yolu. Yolda yürürken bugünkü arzularınız ve beklentilerinizin ne kadar geçici olduğunu düşünün bu yoldan daha önce geçmiş insanlar gibi.
Aşağıya doğru yolculuğunuzda sizi muhteşem Bergama ve Bakırçay manzaraları da yanınızda izliyor olacak. İlk Bergama'ya geldiğim zaman bu manzaraları çok Toscana’ya benzetmiştim. Sonra benzer enlemde bulundukları ve benzer iklim koşullarına sahip olduklarını anlayınca sebebi de çözümlemiş oldum. Hakikaten Bergama ve civarındaki iklim Toskana’yı andırıyor.
Biraz aşağıya gittiğinizde sizi Z Binası adı verilen zengin bir aileye ait bir ev bulunuyor. Evi korumak için birbina içerisine alınmış. İlk giriş odası klasik Roma mimarisi havuzlu ve bir bekleme bölümünden oluşan bir oda. Köleler sizi karşılıyorlar ev sahibine haber veriyorlar siz havuz kenarında otururken ev sahibi yanınıza gelerek sizinle konuşuyor.
Eğer içeri geçebilirseniz mozaiklerle kaplı çok güzel bir koridordan ilerleyerek içerdeki odalara geçebilirsiniz.
Tabii ki bugün size o mozaiklerin üstüne bastırmıyorlar sizin yürüye bilmeniz için yukardan ahşap bir yol yapılmış siz mozaikleri izlerken sütunların yanından yol alıyorsunuz.
Bu odadaki mozaik de daha çok kahverengi ve beyaz renkler tercih edilmiş şaşkın mı sinirli mi olduklarına tam karar veremedigim kadın ve erkek yüzleri var ortada ise ilginç olarak iki adet horoz ve iki adet leopar ya da aslan figürü var bunlar ailelerin sembolleri olabilir. Yerdeki ifadeler nedense nedense bana bir yemek odası hissi uyandırdırdı bende doğrusu. Ancak bu mozaik yapma işi gerçekten zor bir şey yapan ustalara büyük saygım var.
Z binasının önünden aşağı inecek olursanız yol üçe ayrılacaktır. Burada sağa doğru Demeter Tapınağı yönünde devam edin. Burada sizi orjinal mermerden eşiği hala yerinde duran tapınak kapısından rivayete göre sadece kadınlar girebilirmiş. Demeter tarım ve bereket tanrısı ve sembolü de bir buğday demeti. Aslında ta eski sümerlere kadar dayanan toprak ana kültünün bir reankarnasyonu diyebiliriz. Demet kelimesinin dilimize de buradan katıldığını belirtmek gerekir.
Tapınağın girişinde bir kutsal su kuyusu var ve minik çeşmelerden su akan bir havuzlu giriş var. Resim güzellliği çok iyi ifade etmiyor ama zamanında insanın dilinin tutulacağı kadar güzel olduğunu hayal etmek zor değil bu giriş bölümünün.
Tapınağın girişinde sağ kolda tirübinler var burada kentin hanimlari kraliçe ve prenseslerle beraber akşamları ellerinde birer mum veya şamdanla gelip ayin yaparlar ve ondan sonra da şarkı müzik ve sosyalleşme alanı olarak kullanırlarmış. Günümüz iletişim dünyasının olanaklarından önce insanlar vakitlerini bu tür bir araya gele bildikleri mekanlarda daha sosyal bir şekilde geçirirlermiş. Bu bakımdan Demeter kültü bereket ve doğurganlık, tarım ve üretim, kadın ve kadın hakları, doğa ve bitkiler üzerinden belki de tüm kültürlerde yer bulmuş değişik isimler altında anılmış bir inanış biçimi olarak yerini almıştır.
Bu gördüğünüz Tapınağın orta bölümündeki Sunak masası buraya değişik çiçekler yiyecekler kokular ve mumlar koyarak Toprak Anaya, Doğurgan Anaya ibadet edilirmiş.
Bu noktada Demeter ve kızı ile ilgili bir efsanevi hikayeden bahsetmek istiyorum. Bu hikayede günümüzde de hala bize düşecek bir kıssadan hisse olduğuna inanıyorum.
Ölüler diyarının tanrısı da Hadestir. Hades, günlerden bir gün Demeter'in kızı Persephone'yi görür ve aşık olur. Persephone annesi gibi tarımdan ve doğurganlıktan değil yabani hayattan, ağaçlardan ve doğadaki bitki örtüsünden sorumludur. Hades kızı yani ölüler diyarına götürür. Persephonenin kaçmasını önlemek için de bir adet nar verir. Çünkü mitolojideki inanışa göre ölüler diyarında bir şey yiyen oradan bir daha çıkamazmış. Persephone, nardan 6 adet nar tanesini yer ve geri kalanı bırakır. Burada narın bir sembol olduğunu doğal hayat tanrısının yer altında hapis kalmasının bereket sembolü olan meyve ile ifade edildiğine dikkatinizi çekiyorum. Persephone'nin annesi Demeter ise kızının Hades tarafından ölüler diyarına kaçırılmasına çok üzülür. Bereket ve tarım tanrıçası Demeterin bu üzüntüsü sonucunda dünyadan Olimposa gider ve dünya ile ilişkisini keser. Bunun sonunda 6 ay boyunca dünyadaki bütün bitkiler kurur ve çok büyük bir kıtlık baş gösterir. Demeter, kızını Hadesten kurtarması için Zeusa yalvarır. (Burada Zeus'un Demeter'e yalvardığı ile ilgili rivayetler var ve bence akla daha yatkın) Ancak Zeus 6 adet nar yediği için Persephonenin her yıl 6 ay boyunca Hadesin eşi olması gerektiğine karar verir. Bu sebeple Persephone her yıl 6 ay kalmak için yer altına iner. Persephonenin Hadeste kaldığı 6 ay boyunca dünyada bitkiler verimsizleşir ve uykuya çekilir, annesi Demeterin yanında kaldığı diğer 6 ay boyunca da bitkiler verimli olurlar ve meyve verirler.
Persephone’nin yer üstüne çıktığı tarih 1 Mart bu tarih Helen mitolojisinde bahar bayramı olarak kutlanıyor. Bu ne kadar ilginç değil mi biz de bu tarihi bahar bayramı olarak kutluyoruz. Ayrıca Orta Doğu‘da pek çok değişik kültürde bu tarih bahar bayramı olarak kutlanıyor. Hani bir yerlerde bazen duyarsınız ya "insanlığın ortak kültür mirası" diye fakat bazen çokta anlam kazanmaz bir yere oturmaz işte bu size bu hikayeyi ortak kültür mirasının vücut bulmuş hali olarak düşünebilirsiniz.
Bunun ilk olarak nereden başladığı ilk kökenin nerede olduğunun pek de bir önemi yok aslında dünyada pek çok kültürde anonim olarak inanılan Bahar’a geçiş kışın bitişi ve bitkilerin uyanışı seramonisinin her toplumda bir karşılığı olmuş.
Demeter aslında tarım ve bereket tanrıçasıdır. Kızı Persephone ise; doğal yada yabani hayatın tanrıçasıdır. O dönemlerde bile bu ayrım ne kadar da güzel yapılmış. Tarım yapılan ve yapılmayan tüm topraklardaki bereketi ve verimliliği temsil ediyor bu anne-kız ikilisi. Biri yokken diğeri de olamıyor! Demek ki bu anne-kızı birbirlerinden ayırmamak gerekiyor ama ayıranlar en başta tarımcılar değil mi günümüzde? Doğadaki bitkilere “yabancı ot” diyenler kimler?
Tarımın yabani hayattan ayrılmaz bir ikili olduğunu ve bunların birbirlerine bağımlı olduklarını tarih boyunca insanlar anlamışlar. Bakalım modern insanlar ne zaman bu gerçeği tekrar fark edecekler.
Tekrar Z binasının altına Demeter Tapınağı ndan geri döndüğünüzde Yukarı Agora’nın muhteşem manzarası sizi karşılarlar.
Demeter Tapınağında kadınların akşam bir araya gelerek sosyalleştiği bir ortam olduğundan bahsetmiştim. Agora’da erkeklerin ve gençlerin toplandığı spor yaptığı, eğitim aldığı, banyo berber gibi ihtiyaçlarını karşıladığı, ufak tefek alışverişlerin yapıldığı günümüz çarşılarının, okullarının ve askeri eğitimlerin verildiği mekanların bir sentezinden oluşan bir alan. Eğer düşmana karşı hazır bir ordunuz olmasını istiyorsanız onu sürekli çalıştırmalısınız. Gençler sürekli olarak bu agorada askeri eğitim olarak, genel ahlak ve bilgilenme eğitimleri alarak yararlı yetişkinler haline getirilmesi amaçlanmış.
Bu yukarıda gördükleriniz hamam kalıntılarI Türk ve Osmanlı kültüründen farklı olarak hamamlar Roma’da içerisinde berberler ve restoranları da barındıran sadece temizlenme amacı gütmeyen insanların belli bir vakit geçirdikleri sosyal bir mekan anlamı taşırdı.
Bu Agora bölümünde de pek çok sütun ve mermer kalıntısı orta bölüme arkeologlar tarafından dizilmiş. Sürekli aynı idamı tekrarlıyorum buradaki mermerleri restore edilip buranın ayağa kaldırılması inanılmaz görkemli bir yer haline getirir burayı. İnanın resimden tam olarak anlayamıyorsunuz çok güzel bir mekan burası ülkemizin turizmi için inanılmaz bir değer olur.
Zaman zaman ülkemizdeki kötü tarihi eser restorasyonlarını bilmenizden dolayı bu fikrime mesafeli bakabilirsiniz. Ancak burada başka bir faktör var. Resimde gördüğünüz yeniden canlandırılmış parçayı ayağa kaldıran Selim Usta adında bir mermer ustası. Alman arkeologlarla beraber tarihi eser restorasyonu işinde çok uzun yıllar çalışmış bir de çırağı var. Bu gibi insanların önü açılsa yaptıkları işin güzelliği karşısında şaşkınlığa düşersiniz.
Agora’nın sütunları gerçekten çok görkemli. Köşedeki yonca şeklinde yapışık çift sütun sadece Pergamon kentine ait bir tarz.
İşçilik harika sanki taş değil de hamurdan bir malzemeye şekil verilmiş gibi.
Burada küçük bir alana Zeus’un eşi Hera adına da bir tapınak yapılmış. Kıskançlığı ile meşhur bu tanrının gazabından korktukları için yaptıklarını düşünüyorum çünkü burası Athena, Zeus, Diyanisos ve Demeter kenti.
Burada eski bir çeşme ve yanındaki hayvanların su içmesi için yalak bir kalıntısı var. Kentin her tarafından sular aktığını tekrar vurgulamak istiyorum.
İşte bu da benim tüm antik kentte hayran olduğum noktalardan bir tanesi. Burası bir Zenginin eviymiş sütunların gerisindeki kalıntılar eve ait ilerisi bahçe bölümü. Bu evin manzarasının güzelliğine ve evlerinin kolunun muhteşemliğine hayranım. Bana verseler hemen yarleşirim buraya.
Bu da gördüğünüz orijinal lavabo taşı. Su lavaboların içerisinde yana doğru akarak devam ediyor. sizde başına geçip herhangi bir tanesini kullanıyorsunuz. Diyeceksiniz ki yandan gelen kişinin suyu benimkine karışıyor sanıyorum bu 2000 yıl önce çok büyük bir sorun olarak görünmüyordu.
Lavabo alanının ortasında duvardaki bu bölümde içinden su akan bir heykel bulunuyormuş. onu da görmek isterdim doğrusu.
Evet aşağı kente doğru tekrar Via Tecta'dayız. Bugün bile tüm görkemle halen ayakta içinde yürürken yanımdaki binalara bağlantı merdivenleri de gayet sağlam bir şekilde duruyor. Yol boyunca gidenlerin kullanabilmesi için çeşmeler var.
Burası da ortak kentin çıkış kapısı askerler tarafından giren çıkan kontrol ediliyormuş bunun gibi 7-8 tane halen ayakta kalmış giriş var eski çağlar da kim bilir kaç giriş vardı.
Son olarakta bize bu çeşmeyi göstermek istiyorum bu aslında kentin bu bulunduğu noktasında değilmiş kestel barajının olduğu bölümdeymiş sular altında kalmasın diye buraya taşınmış. Ülkemizde de bu tür şeylerin yapıldığını görmek beni mutlu ediyor.
Evet artık son birkaç resimle toparlayacak olursak bu ayakta kalmış kemer gibi Pergamon Antik Kenti geçmişten günümüze halen ayakta ve bize pek çok şey anlatıyor. Anlatmak ve yazmak istediğim daha çok şeyim var ama birazda ikinci bölüme ayırayım. Hem siz de afakan geçirmeyin.
Buraya gelmek tarihin bu sıralarında oturmak, eski inançlara bakmak, insanın faniliğini düşünmek hep beni çok etkiliyor.
Günümüzde binaların 50 yılda eskidi ve depremlerde çöküp gittiği bu zamanlarda 2000 yıllık kemerlerin hala tüm hasleti ile ayakta durmasında bizim için dersler vardır diye düşünüyorum.
Akropol’deki başı olmayan ve bu nedenle kim olduğu bilemeyen heykel gibi kim olduğunu arayan insanın geçmişine bakması kültürünü anlaması ve bu sayede geleceğini planlaması gerekir.
Bergama, Akropol'ü, Asklepion'u, Kızıl Avlu'su ve daha bir çok tarihi değeri ile size pek çok hikaye anlatıyor. Ve gerçekten dünyanın en büyük tarihi alanlarından birine evsahipliği yapıyor. Eğer buraya zaman ayırırsanız Bergama size karşılığını fazlasıyla verecektir. Bergama'nın anlatmak istediği çok hikayesi var, yeter ki siz ona kulak verin.
Bölüm II de buluşmak üzere.
Kommentarer